YEŞEREN UMUTLAR, DARAĞACINDA SOLMAYAN ÜÇ FİDAN

"Bir Hıdırellez sabahından, halkın vicdanına uzanan hikâyemiz…"

Çocukluk dediğimiz şey, sadece yıllar öncesi değil, aynı zamanda içimizde hep diri kalan bir mevsimdir.

Benim çocukluğumun, gençliğimin en canlı, en umut dolu mevsimlerinden biri de Hıdırellez zamanına denk düşerdi.

Amasya - Taşova nın  yeşilırmağın kenarından, Gürsu nun başındaki sivri dağının eteklerinde, köyümüzde tabiatın tam da uyanmaya başladığı, ovanın yeşilliğiyle dağların zirvesindeki yeşilin birbirine karıştığı o güzel mayıs günlerinde biz de toprağın yeniden nefes aldığını hissederdik.

Hıdırellez, bizim için sadece takvimde bir gün değildi; doğanın, hayatın ve insanın yeniden doğduğu, umutların dallarda çiçek açtığı kutsal bir zamandı.

O gün kimse tarlaya, bağa bahçeye gitmezdi. Kimse iş peşinde koşmazdı.

Çünkü o gün doğaya dokunmak, bir dal bile koparmak büyük saygısızlık sayılırdı.

Herkes sanki doğayla gizli bir sözleşme yapar, ona zarar vermeyeceğine dair gönlünden bir yemin geçirirdi.

Genç kızlar, genç erkekler sabah erken saatlerde ellerinde bakraçlarla toplanır, içlerine yüzük, küpe, tarak gibi kendilerine ait bir parça atarlardı.

Sonra sırayla gözleri kapalı bir şekilde bakraca elini daldırır, rastgele bir eşya çekerdi.

Herkes dileğini tutardı o anda. Kimin eline hangi eşya gelmişse, onun sahibinin dileğiyle gönlü bir olurdu sanki.

Sevda, umut ve dostluk o anlarda doğayla birlikte filizlenirdi.

Biz çocuklar da yaşlılarımızdan öğrendiğimiz kadarıyla küçük dilekler yazardık kağıtlara.

Kimi uçurtmasına bağlardı dileğini, kimi suya bırakırdı, kimi ağacın dalına.

Kimimiz “annem hiç hasta olmasın” derdik, kimimiz “okumak istiyorum öğretmen amca”…

Ama kimse başka bir canlıya zarar gelsin istemezdi. Ne karıncaya, ne ağaca.

Çünkü Hıdırellez, yaşatmanın, paylaşmanın ve yeniden başlamanın günüydü.

Hamur mayaları bile o gün özel olurdu. Eski maya atılır, yerine taze maya alınırdı komşulardan.

Yaşam yeniden mayalanır, dostluk ekmek gibi pişerdi ocaklarda.

Ama bir Hıdırellez günü var ki, içimizde hiç geçmeyen bir sızı bırakmıştır.

O güzelim bahar gününün sabahına kara bir haberle uyanan Türkiye, doğanın canlandığı bir vakitte, üç insan fidanını darağacına uğurlamıştır.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan…

Onlar, bizim gençliğimizin hayalini kurduğu insanca bir dünya için mücadele eden üç yiğit fidan…

Ne ağaç kestiler, ne toprağı kirlettiler, ne bir canı incittiler.

Onların tek hedefi bağımsız, eşit ve özgür bir Türkiye’ydi.

Yalnızca düşüncelerinden, yalnızca cesaretlerinden dolayı bir gece vakti darağacına gönderildiler.

Onlara ölümü reva görenler, bir bahar sabahını sonsuz kışa çevirmek istediler. Ama başaramadılar.

Çünkü onlar, darağacına değil, halkın vicdanına uğurlandılar.

Her yıl mayıs geldiğinde, dallarda kuşlar cıvıldadığında, ırmaklar özgürce aktığında, biz o üç fidanı hatırlarız.

Çünkü onlar baharın kendisidir. Onlar bir memleket türküsüdür. Ezgi gibi, bayrak gibi, sevda gibi içimizde yaşayan…

Her biri giderken arkasında sadece acı değil, aynı zamanda direnişin, onurun ve inancın sarsılmaz izini bıraktı.

O son anlarında bile halklarını düşündüler, ülkeyi düşündüler.

Çünkü onlar, sadece birer birey değil, halkın vicdanıydılar.

Deniz Gezmiş darağacına doğru yürürken başı dikti.

Görevlilere döndü, bir tek istekte bulundu:

“Bağımsız Türkiye!”

Son sözleri, ne bir beddua ne bir korkuydu.

Sadece inandığı dava uğruna çekinmeden ölüme yürüyen bir gencin haykırışıydı.

Yusuf Aslan, sanki ağırbaşlı bir öğretmen gibi yürüdü ölüme.

Son anında:

“Ben halkım için ölüyorum. Hiç pişman değilim.” dedi.

Ne bir korku ne bir tereddüt…

Onun suskunluğunda bile büyük bir çığlık vardı: Adaletin ve eşitliğin sesi…

Hüseyin İnan, belki de en net ve en sarsıcı sözü söyledi:

“Ben de Türkiye halkının bağımsızlığı ve mutluluğu için savaştım. Bu uğurda canımı veriyorum. Yaşasın Türkiye halkı!”

O, sadece bir dava adamı değil, halkına karşı sorumluluğunu son ana kadar taşıyan bir inanç neferiydi.

Bugün biz, onların son sözlerini rüzgârla duyar gibi oluruz.

Toprağa bastığımızda hissederiz o sıcaklığı.

Çünkü onlar, artık sadece mezar taşlarında değil, bu ülkenin her ağacında, her çiçeğinde, her umut dolu yüreğinde yaşıyorlar.

Bugün de elimde dileğim, yüreğimde isyanım var.

Doğaya, insana, barışa dair…

Ve üç isim, yıllardır aynı güçle kulağımda yankılanıyor:

Deniz… Yusuf… Hüseyin…

Onlar her baharda doğayla birlikte yeniden uyanır.

Onları yaşatmak, halkı yaşatmak demektir.

Ve ben hâlâ onların gölgesinde umutla yürüyen bir halkın evladıyım.

İsmail Erdal 06.05.2025 Muğla