Merhabalar taşova.net okurları..

Uzun bir aradan sonra tekrar sizlerle birlikteyiz. Bugünkü konum ülkemizdeki insan hayatının ne kadar ucuz olduğu üzerine.

Dünya devletlerinde gelişmişlik ölçüsü insana verilen değer ve önemle anlaşılmaktadır.

İnsan hayatının önemsiz olduğu yerlerde gelişmiş bir ülkeden asla söz edemeyiz.

Evet, Türkiye'de insan canı maalesef değerini kaybetti. Altın yükseliyor, euro yükseliyor, dolar yükseliyor fakat insan canının değeri hep düşüyor. Ünlü Fransız yazar-filozof  Albert Camus  “ Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın demiş

Mesela iş kazaları ölüm oranında Avrupa’da 1.sıradayız…Yine dünyada ilk 10’dayız. Vatandaşının ölümüne ve hayatına nasıl olur da bu kadar ilgisiz kalır ki bir devlet? İnsanını yaşatmayan devletler niye yaşarlar ki?

Bu ülkede kurala uyup yaya geçidinden geçersin, biri gelip ezer seni…Kaldırımda yürürsün, araba gelir çarpar ölürsün…Caddede yürürken kafana dükkan tabelası düşer ölürsün.Dolmuşta tek kalırsın,tecavüz edilip yakılarak öldürülürsün.Durakta otobüs beklersin,biri gelir yanına “sen müslüman mısın diye sorar, sen “evet,elhamdülillah” dediğinde karşıdaki psikopat “ben şeytanım” deyip seni bıçaklar…ve daha niceleri…bunlar ilk aklıma gelenler.

Yine geçtiğimiz haftalarda 2 ayrı otobüs kazasında onlarca vatandaşımızı kaybettik.Yaşanan bu 2 kazada da yine trafik denetimi ve eğitimi, yol güvenliğinin alınmaması başroldeydi. Özellikle 90’lı yıllarda bu trafik terörüne çok kurban verdik. Bahanemiz hep yollardı.Şimdi ise yollar yapıldı, bu defa da araçların bakımsızlığı veya başka şeyler ortaya çıktı. Her zamanki gibi bu kazalar da anında unutuldu ve ölen öldüğü ile kaldı..

Bir gün deprem olur, bir gün sel felaketi olur, bir gün ormanlarımızı kaybederiz. Artık ölümler kanıksanır hale geldi. O kadar ki, bir süre sonra haber değeri bile taşımıyor. Her ne hikmetse hiç kimse de sorumlu tutulmuyor. Hiçbir "sorumlu" olmadığı için de utanıp istifa eden birileri de olmuyor.

Bu konuda yıllardır hiçbir şeyin değişmediğine örnek olarak bugün sizlere Üsküdar Vapuru’nun hazin hikayesini anlatacağım.

Üsküdar vapuru faciası 1 Mart 1958 tarihinde Türkiye Denizcilik İşletmeleri'nin Üsküdar adlı şehir hatları vapurunun İzmit Körfezi'nde çıkan fırtına nedeniyle alabora olduktan sonra battığı faciadır. Resmî rakamlara göre 400 civarında kişi yaşamını yitirdi. Üsküdar vapuru faciâsı, tarihimizde bugüne kadar meydana gelen en ölümlü sivil deniz kazası oldu.

O yıllarda İzmitliler isimleri Suat ve Uşak olan 2 eski vapurla deniz ulaşımını sağlıyormuş.Bu vapurlar güvenli olmadığı için halk dilekçeler ile yeni bir vapur istemiş.Yetkililer lütfedip yıllarca İstanbul şehir hatlarında kullanılıp kızağa çekilen 32 yıllık bu çürük ahşap vapuru gönderiyorlar.Vatandaşlar bunun da güvenli olmadığını görüp defalarca yeni bir vapur için başvurmuşlar fakat dikkate alınmamış.

1950'li yıllarda Karamürsel ve Gölcük'te lise yoktu. O zamanlar karayolu ulaşımı kısıtlı ve pahalı. Ne yapsın çocuklar? Okumak için İzmit Lisesi ve İzmit Kız Sanat Okulu’na gelecek. Neyle gelecek? Elbette ki en uygun ulaşım aracı vapurla... Cumartesi günleri yarım gün eğitim verildiğinden, öğle tatiliyle birlikte öğrencilerin tamamına yakını vapura bindi. Yolcuların çoğunu İzmit Lisesi ile İzmit Kız Sanat Enstitüsü'nün öğrencileri oluşturuyordu. Faciada sadece 40 yolcu kurtulabildi, diğerleri Üsküdar vapuru ile birlikte dalgaların arasında kayboldu. Öğrenci kayıplarının sayısı ancak pazartesi günü okullarda yapılan yoklamalar sonrası anlaşılabildi.
Aslında bu kadar insanın ölümünün sorumlusu çıkan fırtına değil, fırtınaya dayanıksız yapılmış gemi ve tedbirsizlikti. Tıpkı, depremde ölen insanların sorumlusunun deprem değil, depreme dayanıksız yapılmış binaların olduğu gibi. İşin en acı tarafı da, o gün denizde onlarca tekne varmış ve tek batan deniz aracı da Üsküdar Vapuru olmuş.O kadar eski ve yıpranmış bir vapurmuş ki, batmadan hemen önce fırtına zaten parçalamaya başlamış.

 Üsküdar adı verilen bu vapur, Almanya’da inşa edilmiş, daha sonra yapılan tadilatla üst güvertesi daha fazla yolcu taşıması için ahşap doğramalarla kapatılmış! Yani, vapura ‘kaçak kat’ ilave edilmiş! Yapılan bu değişiklik, vapurun rüzgâra karşı direncini de azaltmış. O günün Belediye başkanı Akif  Terzioğlu “Bu gemi 400-500 kişilik ama 1000 kişi biniyor. Başka gemi verin yoksa bu gemi batar.” diyor. Ama o dönemin milletvekilleri bunu kabul etmiyor.Yine bürokrasi sebebi ile Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan izin alınamadığı için yardım 2-3 saat gecikiyor. İnsanların çoğu donarak ölüyor, hatta sahile ve hastaneye ulaşanlar bile.

Vapur kaptanı Mehmet Aşçı’nın kazadan sonra bir süre cesedi bulunamamış, dolayısıyla kendisi hakkında "yüzdü kurtuldu ve kaçtı" dedikodusu yayılmış, facianın tek sorumlusu kendisi ilan edilmiş.
Cesedi günler sonra balıkçı ağlarına takılı halde bulunmuş ve cenazesi Osmanlı mezarlığının birinde kimsenin bulamayacağı bir şekilde gömülmüş.
İlginç bir anektod da şu: “Kaptanın cesedi bulunduktan sonra bir gazetenin köşesinden O’nun adına ahiretten bir mektup yazılmış ve şöyle denmiş:
"Bu işin sorumlusu ne fırtına, ne geminin eski olması, ne de benim fırtınayı yenememem. Bu işin tek suçlusu benim, çünkü sorumlular arasında bir tek ben öldüm."

Dönemin başbakanı cenaze törenine gelmemiş veya gelememiş. Dönemin İçişleri Bakanı, gazetecileri gördükleri ve duyduklarını yazmamaları konusunda uyarmış. Kazadan kurtulan az sayıdaki vatandaş “vapur batmadı” şeklinde ifade vermeye zorlanmışlar. Yine kazada kurtulan kamarot’a kimseyle konuşmaması uyarısında bulunmuşlar.

Evet dostlar, bu facianın üzerinden tam 64 yıl geçmiş ve yaşanan süreçler ne kadar tanıdık değil mi!!! Yetkililer her zamanki gibi o gün de "istifa etmeyeceğim" demiş.
Yani sonuçta, o günden bugüne ülkemizde değişen bir şey yok !!!

Saygı ve sevgilerimle…

                                                                                                            Necip ERKAN