Recep Seyhan, Türk edebiyatına Mavera dergisinin kazandırdığı bir öykücüdür. Kaleminin tozunu Töre, Hicret, Türk Edebiyatı gibi dergilerde atmışsa da onu Mavera geleneğine dahil etmek gerekir. Çünkü Recep Seyhan, özgün, edebi/sanatsal metinlerini bu dergide yayımlamıştır. Recep Seyhan ile birlikte Mavera’da öykü yayımlayan başka yazarlar da vardır o sıra. Ali Haydar Haksal, Kadir Tanır, Adnan Tekşen, Alim Kahraman, Ali Karaçalı, Ali Ulvi Temel, kendi dergisini kuran Yaşar Kaplan, birkaç hikâyesiyle Selahaddin İpek bu bağlamda sayılması gereken isimlerdir. Bu kulvarda öykü mü hikâye mi ayrımı ile ilgili bir parantez açmalıyız.

   Çünkü bu iki kavram eş anlamlı kelimeler olarak kabul edilirse de bazı eleştirmen ve yazarlar anlatmaya bağlı sanat metni olarak hikâye ile öykü arasında fark görürler. Doğrusu benim hikâye anlayışım da bu ayrıma uygundur. Bize göre hikâye denilince akla klasik kurguyla yazılmış metinler akla gelir. Bu metinler özetlenebilir, kişi, yer ve zaman ögeleri bakımından incelenebilir metinlerdir. Oysa öykü olarak isimlendirilen metinlerde zaman, kişi ve yer vurgusu aranmaz. Metin klasik kurgu özelliklerinden ayrılır. Anlatı, deneme, anı, olay veya zamansızlık, olaysızlık (bilinç akışı) gibi hususlar iç içe veya birinin daha öne çıkması ile kurgulanmış metinlerdir öykü. Ferid Edgü’nün, Bilge Karasu’nun bazı öykümsü metinleri gibi. Bu belirlemenin genel, kabul edilen bir belirleme olmadığının, bazı kalemler tarafından itiraz edileceğinin farkındayım. Ancak eldeki metinler bana böyle bir ayrım yapmamı söylüyor. Dolayısıyla bana göre hikâye ile öykü eş anlamlı kelimeler olmaktan öte bir anlam taşıyor. Bu belirlemeden hareketle Recep Seyhan’ın bazı metinlerinin “hikâye”; bazı metinlerinin “öykü” niteliği taşıdığını söyleyebiliriz. İki tekniğin birleştiği örnek metin ise bana göre Kadınge adlı hikâyedir. (Güneşin Doğduğu Yerde, s. 67-111, Okur Kitaplığı Y.2013) Kadınge, Anadolu’da “büyükanne, koca ana” karşılığında kullanılıyor. Oğullarından, kocasından ayrı kalmış, dul, yaşlı, duygulu, bilge bir kadındır Kadınge. Hikâye uzaktan beklenti içinde olan bir kadının umutsuzluğunu ifade ederek başlıyor. Recep Seyhan: Bir Kelime Avcısı, Bir Enstantane Ustası KÂMIL YEŞIL “Gelmez,” dedi, kadın. “Bu yıl da gelmez.” Ağaçlar, rüzgârın sert vuruşlarını uğuldayarak duyurdular. Rüzgârın soluğu kışın nefesini duyuruyordu. Yaylacıların, yazları, ıslık çaldığı, orman diplerinde balta takılattığı, kekliklerin, kuğuların, baykuşların, bülbüllerin, karatavukların, guguk kuşlarının ve daha binbir çeşit kuşların saltanat kurduğu, şenlendirdiği yaylalara kışın beyaz örtüsü çekilmiş; bayırlar, kuytular, dere dipleri, orman içleri şimdi sessizliğin sesini yaşamaya başlamıştır. Bu mevsimde insan her şeyin insanla şen ve insanla hayat dolu olduğunu daha iyi anlıyordu. Şimdi, sürüngenler, karıncalar, tırtıllar, böcekler, kim bilir toprağın hangi noktalarına gizlenmişlerdir. Sanki insanın çekildiği yerden her şey çekilip gitmekteydi. Sadece yaylalar değil; yazı yolları, faravga böğürleri, tepe ve ağaç dipleri, yaşanarak gözlemlenebilen bir ıssızlığın egemenliği altındadır.” Yaşlılar hep bekler. Beklenen kimdir? Oğuldur, kızdır, torunlardır, komşudur, bir akrabadır. Ama umutsuzdur, gelmeyecektir. İçteki bu umutsuzluğa, kırgınlığa tabiat, eşya, dış dünya da eşlik eder. Yazar somuttan soyuta vararak, kâinatı, görünen her şeyi Kadınge’nin umutsuzluğuna, iç dünyasına ortak eder. Gözlem, tabiatı yakından tanımak, eşya ile psikoloji arasında ilinti kurmakla sonuçlanır ve böylece betimlemelere ikincil bir anlam yüklenir: “Yıllar önce de aynı insandı; aynı çevredeydi, aynı ocaktaydı, aynı iklimdeydi, aynı kapılardan işlemişti, aynı kaplardan yemişti; sabahları yine karşısında aynı tepeler vardı, akşamları güneş yine bu mevsimde aynı yerden batıyordu ve kendisi hep aynı isimle çağrılmıştı; evin içinde hitaplar hep aynıydı: Çavuş, Ana. Değişen neydi? Güneş mi, dağlar mı, yollar mı, kapılar mı, kediler mi, köpekler mi, ateşler mi, odunlar mı, küller mi, mevsimler mi, yemekler mi, ağaç kurtları mı, akşamlar mı sabahlar mı, geceler mi gündüzler mi pencereler mi, odalar mı? Neydi değişen?” Yazar, Kadınge’nin yaşayışı, hayalleri ve çevresi üzerinden bizi Anadolu’ya, tarihe, trajik olaylara ve bir biyografiye götürüyor. Metin bundan sonra hikâyeleşiyor. Hikâyede, Kadınge’nin dünyasına açıldığımızda tarlada, ekinde, evde çalışan, pekmez yapan, turşu kuran, yani hayat köyde nasıl cereyan ediyorsa bütün yönleriyle önümüze seriliyor. Tanık olduğumuz diyeceğim fakat o nesil yok artık aramızda. Tanık olduğumuz bu hayatın birçok ayrıntısı bugün kaybolmuş durumda. Flach-beck tekniği ile ezanın Türkçe okunduğu, cenaze kaldıracak hocanın bulunmadığı, jandarmaların köyleri bastığı tarihi süreç bizi toplumsal travmayla yüz yüze getiriyor. Geleneksel hikâye tekniğinin devreye girdiği bu satırlarda anlatıcı-yazar araya giriyor. Kendisiyle ilgili tanıklıklara kapı aralıyor. Okuyucu ile sohbet ediyor. “Ben Efendiyi görmedim; dönemine yetişemedim. Kanaatimi de bana anlatılanlara dayanarak söylüyorum: Çocukluğumda hakkında öyle şeyler duydum ki anlatılanlar yer yer bir efsaneyi andırıyordu. (…) Bu hikâyeyi yazarken de adı geçecek olan Kadınge’nin yakınlarından biri ile sürpriz bir karşılaşmam oldu. Kendisini yıllarca görmemiştim. Uzak kentlerdeydik. Karşılaşmada bana, bu büyük kadının hikâyesini yazdığımı duyduğunu, hikâyeye bir katkıda bulunabileceğini söyledi. Merakımı kamçılayan bir sözdü bu. Bunu bana söyleyen sıradan biri de değildi, okuyup yazan biriydi. Doğrusu bu sözünü önemsedim. “Ne gibi?” dedim. “Bende orijinal ses kaseti var; ona yaptığı işleri anlattırmıştım” deyince heyecanlandığımı fark etti ve “ fakat” diye başlayan bir de kayıt ekledi konuşmasına. “Bu bir hikâye mi olacak, belgesel mi; yoksa belgesel hikâye mi” “Üçü de” dedim. “Nasıl yani; eski köye yeni âdet mi?” diye sürdürünce konuşmasını araya girdim: “Bu konuda bir işe yarayacak mısınız?” deyince üstelemedi; ilk fırsatta da kaseti verdi.” Postmodern anlatım tekniği ile kurulan bu benzerlik, sadece görünüştedir. Çünkü yazarın tahkiye tekniği Dede Korkut’tan gelmektedir: “Görelim bakalım; Kadınge yaptığı işlerle ilgili neler anlatmış.” Anlatıcı-yazar kendini böyle sağlama alıyor ve sonra gerçeğe bağlı kalmak adına birbiriyle iç içe geçmiş, küçük vak’a zincirleri anlatıyor ki bu satırlarda “öykü”, bir “halk hikâyesi”ne dönüşüyor. Bu yapısal özellik Recep Seyhan’ın yazdıklarına hem öykü hem hikâye niteliği kazandırıyor. “Araya parantez açmadan edemeyeceğim: Bu mevsimde, sararmış ceviz ve kavak yaprakları, bir mevsimi uğurlamak ve geleni karşılamak için ayaklara halı olurdu.” Hikâyede olay örgüsünün arasına giren anlatıcı-yazar, kurmaca gerçeklikten ayrılmakla iyi mi ediyor? Hayır! Çünkü anlatıcı-yazarın “Ben anlatıcı olarak Kadınge’ye son zamanlarında yetiştim; onunla konuştum, hasbıhal ettim. Çavuş Kadın tipi Anadolu’da hep var oldu, hâlâ var. Çavuş Kadın, Anadolu’nun ücra köşelerinden kağnılarla Ankara’ya, Eskişehir’e malzeme götüren kadın tipidir. Bu kadınlar, masal kahramanları gibi görünseler de masal değildirler, gerçektirler. Kendisine İstiklâl Savaşı’nı da sormuştum.” Cümlesini kurması metne gerçeklik anlamından öte bir şey katıyor; anlatılanları okura inandırmak gibi hikâye tekniği ile uyuşmayan bir misyon yüklüyor. Türler arası bu geçişkenlik geleneksel anlatıda doğal iken, modern anlatıda ayrıksı duruyor. Kadınge hikâyesinin en önemli özelliklerinden biri, yöresel kelimelerin telaffuzundan ve anlamından söz açmasıdır. Edebi metinler, dil üzerinden kültür taşıyıcılığı da yapar diye bir cümle kuracaksak -ki kurmalıyız- Kadınge hikâyesini bunun örneği olarak verebiliriz. Hiçbir hikâyede aşağıdaki kadar zengin kültürel unsuru bir arada göremezsiniz. En azından ben okuduğum hikâyelerde bu zenginliği görmediğimi söylemeliyim. Yitik yaşantının kaybolmaya yüz tutmuş kelime ve araç-gereçlerinin unutulmasına, meçhule gitmesine izin vermiyor yazar. Cahit Zarifoğlu’nun “Hiçbir şiirimi ezberlemedim, ezberden okuyamam ama bir kelimemi bir yerde görsem tanırım” dediği gibi; Recep Seyhan da bir kelimemi bir yerde görsem tanırım, diyebilir. Çünkü edebîleşen, kayda geçen kelimeler ona bir üslup da kazandırıyor. “Boyunduruk, zelve, bocurga, dikeç, sabunluk ağacı, çevirge ağacı, köp, hatap, modul, üvendire, tekerlek, mazı; dirgen, yaba, tapan, sıyırgı, geçgere, tırmık, mucur, gödek, urgan, cemek, çeç, düven gibi bir kısmı bizzat kağnıların bir parçası olan, bir kısmı ise kağnı ile ve onu taşıyan hayvanlarla âdeta aynılaşan gereçler, kağnıların evdeki varlığını ve ağırlığını iş dışında da hissettirebilecek temsil kabiliyeti olan gereçlerdi”. Burada şu açıklamayı yapmazsak yazara haksızlık etmiş oluruz. Kadınge öyküsü bu kadar yerel, yerli ve milli ruha yaslanmışken “ekonomik özgürlük, stabilize yol” gibi modern söyleyişlere yer vermesi metnin dilsel bütünlüğünden ayrılıyor. Modern olan ile geleneksel olanın kelime düzeyindeki bu buluşması hem doğru hem değil. Doğru, çünkü metin gelenekle iç içe geçmiş bir hayatın kahramanını anlatıyor. Dolayısıyla onu kendi kelimeleri ile anlatmalıyız. Yanlış, çünkü kelimelerin geçtiği yerler bizi güncel, aktüel dilden uzaklaştırıyor. Bu uzaklaşma metne ait bir kusurmuş izlenimi veriyor. Kadınge’nin kurgusu ve teması gereği, metindeki ilahi bakış açısı, gözlemci bakış açısına; geleneksel anlatı, metinlerarasılığa dönüşüyor. Bu da ona bir yönü ile modern hikâye diğer yönü ile halk hikâyesi özelliği kazandırıyor. Türküler, söylenceler hikâyenin bir ara örgüsü olurken, metninden metne geçiyoruz ki bu anlatım tekniği ile yazar, uzun hikâyeye okunabilir, takip edilebilir bir üslup özelliği kazandırıyor. Kabul etmek gerekir ki bu metin “uzun bir hikâye”dir ve uzun hikâyeleri olay örgüsünden kopmadan aynı heyecanla takip edebilmek oldukça zordur. Diğer yandan Kadınge hikâyesi ve kitaptaki diğer hikâyeler, bir nesil hikâyesi, sadece o dünyaya aşina olan kişiler tarafından yazılabilecek yaşanmışlıklar özelliği taşıyor. Böylece yazarın yaşanmışlığına adım atıyoruz. Anlatıcı-yazarın iç dünyasına dair kurduğu şu cümle, Anadolu’daki insan ilişkilerini göstermesi bakımından ne kadar da önemlidir: “Ben Muhsin. 40 yaşıma kadar büyük amcam bana rüyamda bağırdı.” Başka nelere şahit oluyoruz: Birlikte yaşayan, kesesi ortak olan, büyük ağabeyin belirleyici, otoriterliğine, Yoksuluğun büktüğü boyunlara, İçte kalan heveslere, Bir türlü anlam verilemeyen davranış ve sözlere Ve bir neslin açmazlarına, trajedisine şahit oluyoruz. Öyküden koptuk, hikâyeye daldık dediğimiz noktada yazar bizi kurmacadan koparıyor ve belgesel bir gerçeklikle karşı karşıya getiriyor. Hikâye uzuyor tabii. Zaten Kadıge’ye normal bir hikâye (nouvel) dememeliyiz. “Uzun Hikâye” demeliyiz. Bana sorarsanız bir roman gizli bu satırlarda. Bu birinci notum. İkinci notum, yukarıda ismi geçen yazarların genelini teşmil edebilecek bir husus var, o da kısa yazamamaları. Her şeyi söylemek istemek, kalemin emrine uyarak akışa teslim olmak, girişte isimlerini zikrettiğim yazarların hikâyelerinde çokça gördüğüm bir husustur. Bu yazarların yazdıklarından hareketle bir hikâye tarifi bile yapabilirim: Hikâye ayrıntıdır. Yer yer sündürür gibi olan satırlarda okuyucu sorabilir: Bu ayrıntılar olmasaydı hikâye ne kaybederdi? Bundan dolayı yukarıda adı geçer neslin ‘küçürek öykü’ yazamayacağı gibi bir belirleme söylemek istiyorum. Eğer gözümden kaçmadıysa ben bu yazarlardan “küçük öykü” okumadım hiç. Anlatılacak o kadar çok şey var ki, laf lafı açıyor tarzında giden hikâyeler, bizim başlangıçta söylediğimiz öykü ve hikâye ayrımının isabetli oluşuna da bir delildir bize göre. Hikâye, küçük küçük ayrıntılar üzerinden Kadınge’nin bir portresi olarak genişliyor, büzülüyor ve sona geldiğimizde biz tekrar hikâyenin başına dönüyoruz. Yazarın bu kadar ayrıntıdan sonra bütünlüğü sağlamasına hayret ediyor, onu takdir ediyorsunuz. “Muhsin’in annesi Esme Gelin, müjdeli bir haberle araya girdi: “Ana!” dedi, Kadınge’nin kulağına az yaklaşıp sesini işittirmeye çalışarak ve bundan mutluluk duyacağını düşünerek: “Gelin hamileymiş.” Hiçbir tepki vermedi Kadınge, sevindiği ya da hüzünlendiği belli değildi; yer kilimlerinin desenlerine bakıyordu. Ağzından tek bir cümle döküldü mırıltı halinde: “Göremem ki.” Ağaçlar, rüzgârın sert vuruşlarını uğuldayarak duyurdular. Rüzgârın soluğu kışın nefesini duyuruyordu.” Aynı sessizlik, aynı bekleyiş, umutsuzluk, hüzün ve trajedi. Kadınge hikâyesi özelinden Recep Seyhan öykücülüğü için başka genellemeler de yapılabileceği kanaatindeyim. Hikâye diline taşıdığı yeni terimler, yeni nesil okuyucu için seçilmiş gibime geliyor. Anadolu’ya has söyleyişin içinde stabilize yol, ekonomik düzey gibi belirlemeler sözü anlatıcı yazarın elinden alıyor, metnin yazarı olarak Recep Seyhan’a teslim ediyor. Bu hususun iyi veya kötü olduğunu söylemiyorum. Sadece dikkat çekmek istiyorum. Recep Seyhan, Kadınge’yi anlatma esasına göre kurmasına ve bu teknikle Maupassant’a yaklaşmasına rağmen, gerilimi yükseltmiyor. Gerilimden yana bir dil kullanmıyor yazar. Anadolu’daki hayat gibi gerilimi derinden, sessiz hissettiriyor vak’a örgüsü. Bu üslubun yoğunlaştığı yerler okunurluğu yavaşlatıyor ve sürükleyiciliği önlüyor. Bize göre Kadınge’nin bu özelliği, hikâye ile öykü tekniğini aynı anda yansıtmak istemesinden kaynaklanıyor. Rahatlıkla bir roman, bir senaryo olabilecek vak’a halkasını öykü diline ve kurgusuna konu etmenin bir sonucu bu olsa gerek. Recep Seyhan öyküleri ile bize denizin dibindeki mercanı, dağın başındaki bulutun ağladığını, ağacın meyvesindeki kurdu, bir köpeğin gözlerindeki yaşı gördüğü kadar, içimizi de görüyor. Dışarıdan bakıldığında görülen bir içimiz var ve yazar, aynayı içimize tutuyor. Öyküleri kaleydoskop gibi Seyhan’ın. Belki de öykülerine değil de kendisine nispet etmek gerekir kaleydoskopu. Bundan dolayı bir ayağı günde, şu anda, karşımızda; diğer ayağı çocukluğunda, evin büyüklerinde, eve gidip gelenlerde, tavukta, köpekte, yeşilde, bulutta ve de kendisindedir. Recep Seyhan’da bu görüş, Anadolu insanını bütün yönleriyle keşfetmemize yarıyor. Ayrıntı dile sirayet ediyor. Mahalli Türkçe onun metinlerinde edebîleşiyor. Yazarın bu tür metinlerle dilimizi zenginleştirdiğinin altını çizmeliyiz. Anlatımdaki ironi metne tatlı bir neşve kazandırıyor. Yazar keşke bu ironik tavrı bütün hikâyelerine yaysa… İzahat, uzun uzun anlatımlar içinden zengin dilimiz ve kültürümüz parlıyor. Çocukluk, bitmez tükenmez bir hazinedir yazar için. Çocuk aşkı, çocukluk aşkı, yarım kalmış, dile gelmemiş yakınlıklar, hayal kırıklıkları, umutlar yan yana hep. Jandarma baskını beklentisiyle, gizli gizli okunan Kur’anların, çaşıtların, ihanetin, yakın tarih sorgulamasının, direnmenin adresidir onun öyküleri. İnsana ait ruh iniş çıkışları, çelişkiler, bağlanmalar, söylenceler, türküler eşliğinde, deyimler arasından geçeriz onun hikâyelerinde. Kendini yenilemenin cehdidir bu. Recep Seyhan’ın az yazmasını buna bağlayabiliriz. Adımlarını sağlam basmak isteği. Recep Seyhan, kendini yazan, yani metnin merkezine kendini yerleştiren biri değildir. Ama yazdıklarında kendisiyle ilgili mutlaka bir anekdot, bir duyuş, bir esintiye yer verdiğini de söylemeliyiz. Mavera’nın hediye ettiği nesle dâhil bir hikâye yazarı olarak Recep Seyhan için yazının başlığındaki belirlemeyi tekrar etmek istiyorum: O kelime avcısı. Bir enstantane ustasıdır.